Muhsin Ertuğrul’un gözünden Sovyetler: ‘Ah ne geriyiz, ne geriyiz…’

Modern Türkiye tiyatrosunun baş isimlerinden olan Muhsin Ertuğrul, 1892’de İstanbul’da doğar. Hariciye veznedarı olan babası Hüsnü Bey’in teşvikiyle tiyatroya ilgi gösteren Ertuğrul, ortaoyunlarını, Osmanlı Dram Kumpanyası’nın temsillerini çok defa izler. İlk kez sahneye 1910 yılında çıkar. Burhanettin Bey Kumpanyası’nın sahnelediği “Sherlock Holmes” oyununda “Bob” adlı bir karakteri oynar. Ve o günden sonra sahnelere olan aşkı dinmez. Üstelik sadece oyunculuk anlamında değil, teorik ve pratik anlamda tiyatronun hemen her aşamasında büyük işler başarır.

Ertuğrul, tiyatro bilgisini sadece yurt içiyle sınırlamaz. 1911’de kalkıp Fransa’ya gider. Oradaki tiyatronun dününü bugününü, yeni gelişmeleri öğrenir. I. Dünya Savaşı sırasında yurda gelen Almanlardan, Alman tiyatrosuna dair öğrendiği şeyler onu Almanya’ya sürükler. Orada Henrik Ibsen’in, August Strinberg’in yaptıklarını görür, onlardan ilham alır.

Ertuğrul, tiyatromuzu şekillendirirken pek çok ülkeye ziyarette bulunur, onlardan bir şeyler öğrenmeye çabalar ancak hiçbiri Sovyetler’e yaptığı yolculuğun yerini tutmaz. Bunu Ertuğrul bizzat kendisi yazar. Hatta Moskova’yı “tiyatronun Kâbe’si” diye över.

Ertuğrul’un bu yolculuğunda yazdığı yazılar ‘Moskova Notları’ ismiyle Can Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. Kitabı hazırlayan isim Tuncay Birkan.

Şimdi Ertuğrul’un bir seyahatname olarak da değerlendirebileceğimiz bu yolculuğunda edindiği izlenimlere bakalım.

‘UNUTMAMALISINIZ Kİ AÇ ÖLÜR, CAHİL ÖLDÜRÜR’

Ertuğrul, 1925 yılında Sovyetler’e doğru bir yolculuğa çıkar. İlkin Odessa’ya bir vapurla ulaşır, ardından Moskova’ya trenle geçer. Vapur seyahati esnasında ilk dikkatini çeken şey, genç bir denizcinin, yaşlı bir denizciye okuma yazma öğrettiği andır. Ertuğrul bu manzara karşısında gayriihtiyari olarak, “Ben olsam bu yaştan sonra öğrenmezdim,” diye düşünür. Daha sonra onlara imrenerek bakar ve devrimin gerçekten ne olduğunu, ne yapmayı amaçladığını belki de ilk kez somut olarak görür.

Moskova’ya vardığında pek çok evin tadilatının yapıldığını görür. Birkaç müze, birkaç kütüphane gezer. Bunların ne denli etkileyici ve ne denli dolu olduğunu imrenerek gözler. Sonra, vapurdaki yaşlı adamın yaptığı gibi ülkedeki bütün yoksulların, bütün köylülerin bir okuma-yazma öğrenme seferberliği içinde bulunduklarını görür. Devrim de insanları her fırsatta buna yönlendirmektedir.

Ertuğrul da bunun üzerine evvela “Darısı başımıza!” dese de, dayanamaz ve “Yeter artık mezbahalarınızın kokusu, buz fabrikalarınızın gürültüsü, Büyükada’nızın imarı! Yeni Türkiye’ye mektep ve tiyatro, fırınlarınızdan ve çeşmelerinizden daha lazım. Unutmamalısınız ki aç ölür, cahil öldürür!” der.

Moskova Notları, Muhsin Ertuğrul, 200 syf., Can Yayınları, 2023.

Tiyatronun Ayasofya ile Sultanahmet arasında beşerin yeni mabedi ve yeni mektebi olduğunu söyler. Bunun önemini anlamayan bürokratlara, “Beyefendiler, ruhlarımız için ne yapıyorsunuz?” diye sorar. Tiyatronun -tıpkı hastaneler gibi- insan ruhunun tedavi merkezi olduğunu belirtir.

‘AH NE GERİYİZ, NE GERİYİZ…’

Ertuğrul, Moskova’nın tiyatro salonları bir bir gezer. Salonların koşullarını, oynanan oyunların içeriğini, oyuncuların durumunu anlatır. Ancak izleyicilerden de çok bahseder. Zira o vakte kadar bir tiyatro salonundan içeri bile girmemiş olan işçilerin, köylülerin güzel güzel kıyafetlerle oyunları tıka basa doldurduklarını söyler. Ve buna sebep olan şeyi, devrimi över.

Devrim, sadece insanların karınlarını doyurmak amacıyla yapılmış bir yenilik değildir; o aynı zamanda insanların ruhlarını, beyinlerini de beslemek ister. Zaten Lenin, diğer türlüsünün ekonomizm olduğunu söyler. Kaba tabirle, insanın mutfakla tuvalet arasında gidip gelen bir canlı olmadığını, iyi ve sağlıklı bir yemek kadar, iyi bir kitabın, güzel bir oyunun, yetkin bir okulun, kütüphanenin, müzenin de bir insan hakkı olduğunu belirtir.

Ertuğrul, bir yandan gezip gördüklerini anlatırken, bir yandan da Rus tiyatrosunun dünü ve bugünü hakkında da bilgiler verir. Eski tiyatro ile devrim tiyatrosunu kıyaslar, bunun doğurduğu yenilikleri anlatır. Rus tiyatrosu için bir kırılma noktası olarak görülen Mayerhold Tiyatrosu’nun 1920’de kurulduğunu ve beş yıl gibi kısa zamanda çok büyük işler başardığını söyler.

Sonra da üzülür: “Buraya geldiğim günden beri nereye gittim ve ne gördümse hepsinin karşısında aczimizi ve cehlimizi hatırlayarak göğüs geçirmekten zevk-yab olmaya vakit bulamadım. Ah ne geriyiz, ne geriyiz…”

‘SANATTA GAYE TEKÂMÜLDÜR’

Ertuğrul’un Sovyetler’le bu denli bir gönül bağı kurmasının tek sebebi, onun sosyalizme olan yakınlığı değildir. Sovyetler’le Türkiye arasında da bir gönül bağı vardır. Bunun en büyük göstergesi, iki ülkenin de birbirlerini siyasal anlamda ilk tanıyan ülkeler olmasıdır. Sadece bu mu? İki ülke de “eski dünyaya” kafa tutan “şarklı” bir kültüre sahiptir. Böyle yazar Ertuğrul. “Peki ya bütün bu ortaklığa rağmen neden bu denli farklılardır? Türkiye neden bu denli geride kalmıştır?” diye sorar. Ardından, çözümün belli olduğunu söyler, “Madem ki Sovyetler’i tanımakta birinciyiz, o zaman onları örnek almakta da birinci olalım,” der.

Zira Ertuğrul şu konuda nettir: Bir ülkenin gelişimi için önce o ülkenin halkını geliştirmek gerekir. Bunun için de halkı her anlamda eğitmek ve beslemek gerekmektedir. “Sanatta gaye tekâmüldür,” diye yazar sonra. “Muhtelif istikametlerde sanat cereyanlarının yegâne gayesi, nokta-i kemali bulmaktır.”

‘Moskova Notları’ iki kısımdan oluşur. İlki ‘Sanatkar Gözüyle Bugünkü Rusya’ adını taşır. Bu kısımdaki yazılar 9 Ağustos – 14 Kasım 1925 arasında Vakit gazetesinde tefrika edilir. 10 bölümden oluşan ‘Moskova Notları’ adlı ikinci kısımsa Darülbedayi dergisinde 1 Ekim 1934 ila 15 Mart 1935 tarihleri arasında yayınlanır.

Tiyatromuz, 1925’lerden bu yana epey yol kat etmiş olsa da hâlâ istenilen yerde değiliz, bunun en büyük sebeplerinden biri de tahmin edileceği gibi ekonomik baskılardır. Devletin, özel tiyatroları sadece bir ticari işletme olarak görüp ona göre vergilendirmesi pek çok topluluk için büyük bir yıkıma sebep oluyor. BirGün gazetesinden Işıl Çalışkan’ın haberinde yer verdiği Tiyatromuz Yaşasın İnisiyatifi Yürütücü Kurul Üyesi Gizem Duman Şeşen’in söyledikleri hayli önemli. Bu yüzden sonsözü Şeşen’e verelim:

“Yerel yönetimler bizlerden oyun aldığı zaman en yüksek KDV oranıyla fatura kesiyoruz. Bizim giderlerimizin her kalemi kabul edilmiyor. Dolayısıyla kazancımızın çok büyük bir kısmı vergiye gidiyor. İstihdam sağlayamıyoruz. Bir kişinin dahi sigorta masrafını on iki ay boyunca düzenli yatırmamız imkânsızlaştı. Kültür Bakanlığı’nın özel tiyatrolar sanat sezonu başvurularına bile başvurabilmek için borçsuz olmamız bekleniyor. Hepimizin gırtlağına kadar borcu var. Bizim derhal vergiden muaf olmamız gerekiyor. Bu dönemde Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın, vergi muafiyeti ve kayıt dışı, hayatta kalmaya çalışan sanat emekçilerini korumaktan başka acil bir gündemi olmamalı. Bu çağrıya derhal birilerinin kulak vermesi gerekiyor. Aksi halde sorunlar dönüşü olmayan yerlere varacak. Özel tiyatro bitecek.”

Hal-i pürmelalimiz budur!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir